Makale
Kur’an Okumalarında Galip Zihnin Oynadığı Rol
Ä°nsanoÄŸlunu tarih sahnesine çıkaran etkinin onun güvenlik ve özgürlük arayışı olduÄŸu ifade edilir.[1] Tarih boyunca vahyin belirleyiciliÄŸinde ortaya çıkan ilkeler bu güvenlik arayışına verilmiÅŸ en güzel cevaplardır. Bu anlamda vahyin son örneÄŸi olan Kur’an, insana onun güvenliÄŸini tehdit eden her türlü baÄŸ ve bağımlılıktan kurtulmanın yollarını gösterir. Ama buna raÄŸmen tehlike devam eder. Hiç bitmez. Ä°nsanın bu tehlikelere karşı kendisini savunabilmesi için vahyin uyarılarını takip eden bakış açısının sürekli olarak korunması ve tazelenmesi gerekir. Bitip tükenmeyen hak-batıl mücadelesinin çok önemli örneklerini veren Mekkî surelerin arka planı, bu sürekliliÄŸin evrensel boyutunu canlı ve taze tutar. Müminler bu örneklerden hareketle kendi tarihsel kavgalarına katılır ve sonunda bu savaşı kazanmaya çalışırlar.
Mekkî ve Medenî sureleri birbirine baÄŸlayan ortak nokta, vahyin gerçekleÅŸme azmi, yani sözün gücüdür. Vahyin kendisini taşıyan güzel bir ahlak eÅŸliÄŸinde asla yenilmeyen bir olgu olması, onun mutlaka galip gelmesiyle aynı ÅŸeydir. BaÅŸka bir ifade ile Allah konuÅŸmaya baÅŸladığında akan sular durur. Yorumlar ÅŸahlanır ve hepsi zaferle karşılaÅŸacak bir sonu daha iÅŸin başında görürler. Mekkî surelerden yola çıkarak özellikle nüzul sırasına göre yapılan Kur’an okumalarında gözetilmesi gereken asgari ÅŸart, mücadele arka planını asla göz ardı etmemektir.[2] Kur’an okumalarının siyer ve Ä°slam tarihi verilerinden destek almasının önemi de buradadır. Tefsir çabalarının nerdeyse tümünde ve genellikle sureyle ilgili bilgilerin başında onların Mekkî ya da Medenî olmasına deÄŸinilir. Ama bu özelliÄŸin nasıl bir katkı yapmış olabileceÄŸi eksik bırakılır. Oysa bu bilgi, sureye bakış açısını tamamen deÄŸiÅŸtirir ve farklı okumalara yol açar. Zira arka planı deÄŸiÅŸen resmin verdiÄŸi mesaj da deÄŸiÅŸir ve deÄŸiÅŸmelidir de. Fakat bu farklı deÄŸerlendirmeler yerine mevcut tefsir /te’vil çalışmalarına damgasını vuran saik, yorum yapanların hemen hepsinde var olan galip zihindir.
Ä°slam dininin mensuplarına kazandırdığı özgüven öylesine güçlü ve tabi oldukları sözün gücü öylesine etkilidir ki müslümanlar bir defa galip geldiklerinde bir daha asla yenilebileceklerini düşünememiÅŸlerdir. “Müminler her zaman galip gelir.” anlayışı, bütün yorumlama çabalarına haklı olarak damgasını vurmuÅŸtur. Sözün gücünün etkisi, bir süre sonra mücadele ortamında onu güzel ahlaklarıyla taşıyan kiÅŸilerin maÄŸdur/mazlum olduÄŸu anları unutturmuÅŸ, vahyin indiÄŸi sahanın tehlikelerini örtmüştür. Müminleri bazen tehdit eden bazen de tekliflerle yoldan çıkarmaya çalışan etkinin, sadece belli muhatapların alçakça saldırıları olmadığı/olmayacağı anlaşılamamıştır. Evet, Ebu Leheb ölmüş ama sermaye ve onun kazandırdığı güç baÅŸka ellere geçmiÅŸtir. Velid b. MuÄŸire’ye vahyin önünde diz çöktürülmüş, fakat aynı şımarık ve küstah tavırlar farklı mecralarda hiç kaybolmamıştır. Müslümanlar, maÄŸdur ve mazlum oldukları zamanlarda ellerinde bulunan deÄŸerlerle fetih hareketleriyle galip geldikleri dönemlerde ellerinde bulunan sermayenin gücü arasında yeterince fark üretmeye ve bunu yeni nesillere anlatmaya imkân bulamamışlardır. Saltanata dönüşen yönetim anlayışıyla birlikte kendilerini güçlü kılan ve baÅŸarıya götüren ÅŸeyin ne olduÄŸunu anlamakta zorlanmışlardır.
Müslümanların tarih sahnesinden yönetici olarak çekilmek zorunda bırakıldığı son yüzyıllık zaman göz ardı edilirse mevcut tefsir/te’vil çalışmalarına ait eserlerin nerdeyse tamamı bu galip zihinle yazılmıştır. Yani, Kur’an’ı anlama çabaları, Ä°slam dininin ÅŸu ya da bu ÅŸekilde yaÅŸandığı, baÅŸta halifenin bulunduÄŸu, ÅŸer’i hukukun uygulandığı, kadıların hüküm verdiÄŸi dönemlere aittir. Şüphesiz bu eserlerin hemen hepsi bir emek mahsulü ve deÄŸerlidir. Galip bir zihinle yazılıp okunmaları, içinde bulundukları çerçevenin onlara farkında olmadan dayattığı bir etkidir. Tefsirlerin çoÄŸu kere birbirini takip veya taklit den tarafı -birkaç istisna dışında- son yüzyıl içinde yazılan eserleri de diÄŸerlerinden ayırmayı mümkün kılan farklılıklardan yoksundur. Galip zihnin vardığı son nokta, zaferle içinden çıkılan son dönemlerin bakış açısını dondurarak bütün Kur’an’a sirayet etmesidir. BaÅŸka bir ifade ile Veda haccında çekilen Asr-ı Saadet resmi, Mekke devrinin acı ve ıstırap dolu yıllarını bir daha geri gelmemecesine kadrajın dışında bırakmıştır.
Galip zihinle okuma eÄŸilimi, vahyin gerçekleÅŸme azminin, yani sözün gücünün müslümanlara hediye ettiÄŸi özgüvendir. Fakat bu tavır, maÄŸdur ve mazlum konumda Mekke’de canı burnunda mücadele eden müminleri anlamaya yardımcı olmaz. Hatta yanlış anlamalara yol açar. Bu hususta Kevser suresi iyi bir örnektir. Sure ile ilgili yorumlama çabaları, genellikle galip zihinle okumanın sonuçlarını içerir. Hâlbuki indiÄŸi dönem itibariyle ilk muhataplarının ondan ne anladığı ile galip zihnin elde ettiÄŸi bu sonuçlar arasında ciddi farklar vardır.
Surenin ayetlerine genellikle ÅŸu ÅŸekilde anlam verilir:
“Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik. O hâlde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes. DoÄŸrusu sana buÄŸzeden, soyu kesik olanın ta kendisidir.”[3]
Geleneksel yaklaşımda bu kısa surenin ayetleri arasında bir baÄŸlam/uyum bulunmaz. Ä°lk olarak Peygamber (sav)’e ‘Kevser’ verilmesi ile soyu kesik olmak arasında bir iliÅŸki hemen hemen kurulamaz. Arada namaz kılmak ve kurban kesmek hususu da diÄŸer ayetlerle bir bütünlük oluÅŸturmaz. Kevser’in çok ÅŸey anlamı dikkate alınırsa mana “Biz sana çok ÅŸey verdik, öyleyse sen de şükür için namaz kıl ve kurban kes.” ÅŸeklinde olabilir ki bu yaklaşım kurban kesecek zengin kiÅŸileri ilgilendirir. Bunun dışında soyun kesik olması da, bütün soyları Allah’ın yarattığı düşünüldüğünde kınama konusu olabilecek bir ÅŸey deÄŸildir. Tartışmayı erkek çocukları yaÅŸamıyor diye kâfirler baÅŸlatmış olsa bile bu meseleye dâhil olmak soysuzluÄŸu kabul etmek anlamına geleceÄŸinden uygun görülemez. Kâfir ve müşriklerin soylarının kesildiÄŸi ya da sonlarının geldiÄŸi onların davası/ideolojisi açısından da söylenemez. Galip zihin, Peygamber (sav)’e verildiÄŸi düşünülen hemen her ÅŸeyi, Medine’nin sonuna kadar gidip toplar ve ‘Kevser’ kelimesinin kapsamına dâhil eder. Böylece okuyucunun zihnini nimet-şükür dengesine oturtur. Oysa bu denge, Kur’an’ın pek çok yerinde defaten tekrarlanan bir olgudur.[4]
Surenin indiÄŸi dönem ve zaman itibariyle Peygamber (sav)’e verildiÄŸi söylenen çok ÅŸeyin ne olabileceÄŸini yakalamak anlamı bir hayli deÄŸiÅŸtirir. Zira bu aÅŸamada Peygamber (sav)’in Hatice (r.anha) gibi müşfik bir eÅŸi, Ebu Bekir (ra) gibi vefalı bir dostu ve daha da önemlisi vahyin rehberliÄŸi gibi sarsılmaz bir kılavuzu olduÄŸunu düşünmek yerinde olur. Böylece mücadele içinde kiÅŸinin sahip olması gereken ÅŸeyler açısından ders/örnek almak mümkün hâle gelir. Peygamber (sav)’e karşı çocuklarının yaÅŸamadığı ve bir gün davasını sürdürecek kimsenin bulunamayacağı ÅŸeklinde yapılan töhmete gelince bu konudaki rivayetlerin yaÅŸandığını düşünmekte bir mahzur yoktur. Fakat surenin bu yüzden indiÄŸini söylemek doÄŸru olmaz. ‘Ebter’ kelimesi, sadece kesik demektir. Ona soyu kesik anlamı rivayetlerden hareketle verilir. Arka planda Rasulullah (sav)’ın ileri gelenleri rahatsız eden muhalefetinin bu ÅŸekilde devam etmesi hâlinde onun ve ona tabi olanların Mekke’de hiçbir hayra eremeyeceÄŸine dair bir tehdit söz konusudur. Dolayısıyla ‘kesik’ olma durumu bir tehdittir ve hayır/baÅŸarı gibi gelecekte elde edilmesi umulan kazanımlardan kesilmeyi akla getirir. Kevser suresinin tehdit içeren bu arka planı, Mekke’de boykotun yakın bir süre sonra baÅŸlayacağına iÅŸaret eder. Siyer bilgileri bu yaklaşımı haklı çıkarır. Sure “Biz sana çok ÅŸey verdik. Öyleyse Rabbin için namazını kılıp zorluklara göğüs germeye devam et. Asıl hayırdan kesilecek olan onlardır. Biz sana yine çok ÅŸey vereceÄŸiz” der. Burada elçinin surenin iniÅŸ zamanı ve ÅŸartları itibariyle kurban kesmekle ilgisi kurulamaz. Kurban ibadetinin en erken hicri 2. asırda baÅŸladığını herkes bilir. Nitekim devam da etmelidir. Ancak bu sure ile ilgisi yoktur.[5] Dikkat edilirse mücadele arka planı sureye bilinenden çok farklı bir anlam kazandırmaktadır. Ayrıca surenin ayetleri arasında gözetilmesi gereken uyum/ahenk de çok önemlidir. Nihayet baÄŸlam denilen ve surenin anlam bütününde aranan bütünlük manayı kendi içinde koruyan bir kalkan gibidir ki bu anlamda daldan dala atlayan ve birbiriyle anlam akışı içinde bir bütünlük oluÅŸturmayan manalardan kaçınmak gerekir.[6]
Kevser suresi, vahyin takipçilerinin herhangi bir tehdit veya teklifle yolundan çevrilmek istenmesi hâlinde iÅŸlev görür. Bütün hayrın Rabb’in elinde olduÄŸunu hatırlamaya yarar. Dolayısıyla namaz ve sabırla zorluklara karşı direnmeyi salık verir. Zira vahyin rehberliÄŸini kendine ölçü edinen kiÅŸiler Allah’ın kendilerine çok ÅŸey bağışladığını bilirler. Bu nedenle yine ve tekrar vermeye devam edeceÄŸinden asla ümitlerini kesmezler. Buna göre surenin indirildiÄŸi aÅŸamada konunun muhatapları maÄŸdur ve mazlumdur. Galip ve zengin deÄŸildir. Sonuç itibariyle surede âdeta Allah’a itaat ettiÄŸi için kimsenin kaybetmesine izin verilmeyeceÄŸi taahhüt edilir. Tehditle maÄŸdur edilen sözün gücüyle eyleme devam etmelidir. Bu ÅŸekilde kulun sâlih amel taşıyan fiilleri sürekli hâle getirilmeye çalışılır. Görüldüğü gibi mücadele arka planı sureye baÅŸtan aÅŸağıya farklı bir anlam yükler.
Allah’ın kendi yolunda zor zamanda direnenleri sonunda mutlaka hayra çıkaracağı anlayışı mazlumlar adına Mekke’nin konusudur.[7] Nimet-külfet dengesi içinde şükretmenin gereÄŸi ve önemi ise Medine’ye aittir. Bu durumda Kevser suresi, Ä°slam’ın bir ÅŸekilde yaÅŸandığı ve söz konusu tehditlerin bulunmadığı zamanlarda galip zihnin etkisi altında mana kazandığında okuyucuya verdiÄŸi mesaj bütünüyle deÄŸiÅŸir. O hâlde sözün gerçekleÅŸme gücüyle muhataplarının mazlum konumu birbirine karıştırılmamalıdır. Onlar bu söze inandıkları, yani güvendikleri için mazlum ve maÄŸdur bir durumdan kurtulup galip gelmiÅŸlerdir. Fakat mücadele içinde ödedikleri bedeller ve direnme hikâyeleri özellikle Mekke döneminde yaÅŸanan eziyet ve iÅŸkencelerin anlama bilinenden farklı bir içerik kattığı/kazandırdığı unutulmamalıdır.
Galip zihin, zaman içerisinde muhataplarını da kaybetmiÅŸtir. ÖrneÄŸin Kâfirun suresinin ilk ayeti “De ki: Ey kâfirler!” ÅŸeklindedir. Surenin indirildiÄŸi aÅŸamada, yani risâletin ilk yıllarında bununla kastedilenler Peygamber (sav)’in birinci derecede yakınlarıdır. Zira bu sure mücadelenin tam ortasında Mâun suresinin hemen arkasından indirilmiÅŸtir. Surede kâfir olarak nitelenenler, Mâun suresinde kendince namaz kılma gösterileriyle gündeme gelen müşriklerdir. Onların yetim ve yoksulu yok sayması dini, yani hesap vermeyi yalanlamaları anlamına gelir. O dönemde müşrikler, Mekke’nin dindar yüzüdür. Nüzul sırası itibariyle Kâfirun suresinde ilk defa bu müşriklere kâfir denilerek gerçek müminlerle müşrikler arasındaki farkın ortaya konulması ve Müslümanların rahatlaması saÄŸlanmıştır. Son ayette “O hâlde sizin dininiz size, benim dinim bana” denilirken vurgulanan nokta maÄŸdur ve mazlum bir konumda sadece kendi inancını yaÅŸama isteÄŸidir. Onların yetim ve yoksula raÄŸmen Allah’a yaklaÅŸma iddiaları ve dindarlıkları tamamen bir gösteriÅŸten ibarettir ve bundan kimse hazzetmez. Zira iman-küfür yaklaşımının kulluk çerçevesinde oturduÄŸu merkez farklıdır ve bu açıdan müşriklerin dinî yaklaşımı asla kabul edilmemelidir. Oysa galip zihinde mücadele ortamı yok olur ve muhataplar buharlaşır. Düşman ve kâfirler Ä°slam toprakları dışına çıkar. Bazen Ehl-i Kitap olur bazen de hiç görünmez.[8]
Kâfirun suresi, mutlaka Mâun suresiyle beraber okunmalıdır. Böylece yetim ve yoksulları dikkate almayan, yoksullar açısından insanlar aç ve açıktayken; yetimler açısından da kiÅŸiler arasında eÅŸitlik ve adalet saÄŸlanmadan ortaya çıkan her türlü ibadetin, yani Allah’a yaklaÅŸma iddiasının gösteriÅŸe dönüşme tehlikesi açığa çıkar. Ä°ndirildiÄŸi dönemde Mâun ve Kâfirun sureleri Mekke ileri gelenlerinin dindarlıklarını çürütmüş, müşrikleri inanç ehli olmaktan çıkarmış ve ‘DoÄŸru söylüyorsanız yetim ve yoksullarla ilgilenmelisiniz’ diyerek samimiyetin ölçüsünü ortaya koymuÅŸtur. Artık kimsenin din adına, dindarlık adına baÅŸkalarını kandırmasına izin verilmemiÅŸtir.
Mâun ve Kâfirun suresinde dile getirilen yetim ve yoksullarla ilgili sorumluluklar surenin indirildiÄŸi dönem itibariyle Mekke’nin ileri gelen yöneticilerine aittir. Bu ÅŸekliyle sureler, bir nevi sistem sorgulaması yaparlar. Çünkü yetimlerin ihtiyacı olan eÅŸitlik ve adaletle yoksulların doyurulmasının teÅŸvik edilmesi hususu -surelerin indiÄŸi zaman itibariyle- Peygamber (sav) de dâhil olmak üzere Mekke’de inanan üç beÅŸ kiÅŸinin yapabileceÄŸi bir iÅŸ deÄŸildir. Yetimi itip kakmak ve yoksulu doyurmaya teÅŸvik etmemek toplumsal boyutlu sorunlardır. Sorunun bütün toplumu saran bir kalkışmaya/çözümlemeye ihtiyacı vardır. Hâlbuki galip zihnin bu surelerden çıkardığı sonuç, yetimlere sahip çıkmak ve yoksulları doyurmaktır. Oysa Mekke’nin bütün ileri gelenlerinin bazı gün ve gecelerde bu türden infak gösterileri yaptığını bilmeyen yoktur. Meseleyi sistem sorgulamasından basit ahlakî bir göreve indirgemek yöneticiler eliyle iÅŸlenen suçları temize çıkarmaya ve sorumlulukları saklamaya yarar. Buna göre bir yerde insanlar, ardı arkaları yok diye adaletten üstüne düşen payı alamıyor ve orada yoksulluÄŸun yok edilmesi amaçlanmıyorsa o yerde muhtemelen ciddi sorunlar, zalim yöneticiler veya gösteriÅŸ yapan müşrikler vardır. Ä°ÅŸte bu ithamlardan kurtulmanın yolu sorumlulukları doÄŸru dürüst üstlenmek olmalıdır.
Bu konuda son bir örnek de Süleyman (as)’ın kabul edilen ÅŸu duasıdır:
“(Süleyman,) ‘Ey Rabbim! Günahlarımı affet, bana benden sonra kimsenin ulaÅŸamayacağı (kimseye lâyık/nasip olmayacak bir mülk/hâkimiyet) bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen çok lütuf sahibisin!’ demiÅŸti.”[9]
Süleyman (as)’ın duasının “benden sonra kimsenin ulaÅŸamayacağı” kısmı anlaşılır gibi deÄŸildir. O’nun sahip olmak istediÄŸi bu mülke kendisinden sonra neden kimsenin ulaÅŸmasını istemediÄŸi hususu kapalıdır.
Elmalılı Süleyman (as)’ın “benden sonra kimsenin ulaÅŸamayacağı” içerikteki duasının “Ya Rab! Beni bağışla! Her ne kusur, hata meydana geldiyse, af ve cömertliÄŸinle ört ve bana öyle bir mülk (hükümranlık) bağışla ki, benden sonra kimseye gerekmesin. Yani benim hâlime uygun, bana mahsus bir mucize olsun yahut bu defa olduÄŸu gibi kimse onu benden çekip alamasın” ÅŸeklinde anlaşılması gerektiÄŸini söyler ve bunun ‘dünya mülkünün vefası olsaydı Süleyman’a olurdu’ denilsin de kimsenin dünya saltanatına raÄŸbeti kalmasın, ÅŸeklinde güzel bir anlam oluÅŸturduÄŸunu nakleder. Buna göre Süleyman (as) fani olan dünya mülkünü deÄŸil, ahiret mülkünü istemektedir.[10]
Râzî ise ayette geçen mülk kelimesiyle ilgili şu çıkarımlarda bulunur:
a) “Mülk” kudret anlamındadır. Buna göre ayetin manası, “Benim onlara muktedir olmamın, peygamberliÄŸimin ve risâletimin doÄŸruluÄŸuna delâlet eden bir mucize olabilmesi için, beni, benden baÅŸka hiçbir kimsenin asla kadir olamayacağı birtakım ÅŸeylere muktedir kıl” anlamındadır. Bu izahın doÄŸru olduÄŸunun delili bu ifadenin hemen peÅŸinden gelen ÅŸu ayettir. “Bunun üzerine rüzgârı O’nun emrine verdik ki O’nun direktifi ile istediÄŸi yöne doÄŸru kolayca essin.” Buna göre duada “Hiç kimsenin muarazada bulunamayacağı bir mülk” den bahsedilmektedir.
b) Süleyman (as) hastalanıp, daha sonra da iyileÅŸince, dünyanın iyiliklerinin, veraset ya da baÅŸka bir sebeple baÅŸkalarına intikal ettiÄŸini anlar ve Rabbinden, kendisinden baÅŸkasına intikal etmeyen bir mülk vermesini talep eder. Buna göre anlam, “Benden baÅŸkasına geçmeyen bir mülk ver.” demektir.[11]
c) Onları yapmaya ve yerine getirmeye kadir olduÄŸu hâlde, dünyanın hoÅŸ ve leziz ÅŸeylerinden kaçınmak, yapmaya kadir olamadığı hâlde onlardan kaçınmaktan çok daha zordur. Süleyman (as) sanki “Ey Allah’ım, mükâfatımın daha tam ve daha üstün olabilmesi için, kendilerini yerine getirebilme imkânım olduÄŸu hâlde onlardan kaçınabilmem için, bana beÅŸerin sahip olduÄŸu ÅŸeylerden tamamen uzak ve onlardan üstün olan bir mülk ver.” demek istemiÅŸtir.
d) Bazı kimseler şöyle demiÅŸlerdir: Hazır ve mevcut olduÄŸu için dünyanın hoÅŸ ve leziz ÅŸeylerinden uzak durabilmek, çetin ve zor bir iÅŸtir. Ahiretin saadetleri ise, ileriki bir zamanda olacaktır. Åžimdiden var olanın, sonradan olacak olanla deÄŸiÅŸtirilmesi zordur. Süleyman (as), dünyalık elde etmenin, Mevlâ’ya hizmet etmeye mani olmadığının halk tarafından anlaşılması için, “Ya Rabbi bana beÅŸerin sahip olduÄŸu mülklerin en büyüğü olan bir mülk ver ki, böylece ben, onları yapabilme imkânına sahip iken, onlardan son derece uzak kalabileyim” demek istemiÅŸtir.[12]
e) Dünyayı elde edemeyenlerin kalpleri, daima bunlara asılı kalır. Onlar dünyada büyük mutlulukların ve faydalı ÅŸeylerin bulunduÄŸunu zanneder. Süleyman (as), “Ey izzet ve ululuÄŸun Rabbi, bana, mülklerin en büyüğünü ver. Böylece, insanlar, o mülklerin hallerinin en mükemmeline vakıf olabilsinler de, bu durumda akıl, bunlarda da bir fayda bulunmadığını anlasın; kalp, bunlardan yüz çevirsin, bunlara iltifat etmesin, Allah’a kullukla meÅŸgul olup dünya ile ilgili ÅŸeylerle iÅŸtigal etmesin ve nefis böylece itminana ersin” demek istemiÅŸtir.
Kurtubî’ye göre “benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak” ifadesi kimsenin istemeyeceÄŸi anlamındadır. Buna göre sanki o kendisinden sonra herhangi bir kimsenin böyle bir dilekte bulunmamasını böyle bir duanın kabul olunmamasını istemiÅŸ gibidir. Yine onun kendisinden sonra kimseye verilmeyecek bir mülk istemesi, gökler ve yerdeki bütün yaratıklar arasında Allah nezdindeki konum ve üstünlüğünün açıkça görülmesi içindi. Ayrıca peygamberler Allah nezdindeki konumlarına delil gösterecekleri özel bir yerlerinin olmasını arzu ederler. Bundan ötürü Peygamber (sav) namazını kesmek isteyen ifriti yakalayıp Allah da ona bu imkânı verdiÄŸinde önce bu ifriti baÄŸlamak istemiÅŸ, ama sonra kardeÅŸi Süleyman (as)’ın: “Rabbim bana maÄŸfiret buyur ve benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk ver” dediÄŸini hatırlamış ve o ÅŸeytanı küçülmüş bir durumda serbest bırakmıştır. Yani Peygamber (sav), ÅŸeytanların Süleyman (as)’ın emrine verilmesinin onun bir özelliÄŸi olduÄŸunu ve bunun kendisinden sonra kimseye verilmemesi gerektiÄŸini, onun duasının kabul edilmiÅŸ olduÄŸunu bilir ve buna uygun hareket eder.[13]
Mevdudî, “Åžu bir gerçektir ki, bu bölüm Kur’an’ın en müşkül yeridir ve kesinlikle sarih bir ÅŸekilde tefsir edilemez” dedikten sonra muhtemel gördüğü ÅŸu açıklamayı yapar:
“Hz. Süleyman’ın “Rabbim beni affet ve bana benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir saltanat ver” ÅŸeklindeki duasını Ä°srailoÄŸullarının tarihi ışığında deÄŸerlendirirsek ÅŸayet, Hz. Süleyman’ın, kalbinde oÄŸlunun tahta geçmesi arzusunu taşıdığını ve bu muhteÅŸem saltanatın zürriyeti boyunca devam etmesini istediÄŸini anlarız. Bu arzu ve istek kendisi için bir fitne (imtihan) olduÄŸu için Allah onu uyarmıştır. Nitekim Hz. Süleyman’ın veliahdının, büyüdüğünde kıymetsiz biri olduÄŸu ortaya çıkmış ve babasının saltanatını devam ettirememiÅŸtir. Hz. Süleyman’ın tahtı üzerine bir cesedin bırakılması muhtemelen ÅŸu ÅŸekildedir: Hz. Süleyman önce mirasını (saltanatını) bu ehliyetsiz, kabiliyetsiz ve hiçbir özelliÄŸe sahip olmayan oÄŸluna bırakmak istiyordu. Dolayısıyla Hz. Süleyman bu isteÄŸinden vazgeçti ve bu saltanatın kendisi ile birlikte son bulmasını, nesiller boyunca devam etmemesini Allah’a dua ederek talep etti. Ä°srailoÄŸulları tarihinden de, Hz. Süleyman’ın kendi yerine geçmesi için kimseye vasiyette bulunmadığı ve herhangi bir tavsiye de yapmadığı anlaşılmaktadır. Fakat Hz. Süleyman’dan sonra devletin ileri gelenleri onun oÄŸlunu tahta çıkarmışlar ve kısa bir süre içinde Ä°srailoÄŸullarına baÄŸlı 10 kabile Kuzey Filistin’de ayrı bir devlet kurmuÅŸtur. Beytü’l-Mukaddes’de ise sadece Yahuda kabilesi kalmıştır.”[14]
Mevdudî’nin bu açıklamasının gerekçeleri tartışılabilir. Hatta bu te’vilin baÄŸlamdan onay alıp almadığı da söz konusu edilebilir. Fakat bu yorumun saltanat eleÅŸtirisi açısından Emevî, Abbasî veya Osmanlı hanedanları içinde yapılabileceÄŸi düşünülebilir mi? Kur’an okumalarında bu ve benzeri çıkarımların sistem eleÅŸtirisi ÅŸeklinde algılanması ve yeterince üzerinde durulması mümkün olmamıştır. EÄŸer mümkün olabilseydi, babadan oÄŸula geçen saltanatın zayıflık ve zaaflarından kurtulmanın yolları çok önceleri Ä°slam dünyasında tartışılıp bulunabilir ve belki de adil bir yönetimin nasıl olabileceÄŸinin en güzel örnekleri biz müslümanlar tarafından dünyaya sunulabilirdi.
Sonuç olarak (Ek):
Süleyman (as)’ın bu teklifi kabul edilmiÅŸ ve kendisine olaÄŸanüstü bir güç verilmiÅŸtir. O’nun talebinin ilk kısmı makul olmakla beraber son kısmı düşündürücüdür. Kendisinden sonra kimseye verilmemesini istemesi oldukça ilginçtir. Kabul edilmiÅŸ bir talep olarak bu durumda konunun bize örnek olabilecek tarafı da anlaşılamamaktadır. Bu ayetle ilgili olarak yapılan tefsirlerin Peygamber (sav) devrinde nasıl bir fonksiyon icra ettiÄŸi de açık deÄŸildir. Bu durumda bugüne dair söylenebilecek bir ÅŸey de yoktur. Hâlbuki Mevdudî’nin yorumladığı ÅŸekilde ve tabiri caizse ilk anda ‘bencil’ bir talep gibi gözüken fakat muhtemelen bilinçli bir öngörüyü dile getiren bu yaklaşımın çok daha farklı deÄŸerlendirilmesi mümkündür. Süleyman (as), kendi yaÅŸadığı dönemde Tevhid’i hâkim kılmak istemiÅŸ ve talep ettiÄŸi bu iktidar gücünü bu yönde kullanmıştır. Ancak kendisinden sonra bu gücün babadan oÄŸula kötü ellere geçmemesi için böyle söylemiÅŸ olmalıdır. Saltanata dayalı bir yönetimin zaman zaman kötü yöneticiler elinde oldukça olumsuz sonuçlara yol açtığı bilinmektedir. Süleyman (as)’ın endiÅŸesi, kendisinden sonra bu gücün intikal edeceÄŸi kiÅŸilerin ehliyeti ve ahlakıyla ilgili olabilir. Herhâlde bu sebeple, “Benden sonra kimseye verme.” demiÅŸtir. Bu açıklama, doÄŸru ya da yanlış olabilir. Nitekim sonuçta bir yorumdan ibarettir. Ancak gücün onu doÄŸru dürüst kullanamayacak kimselerde bulunmamasına dair bir yönetim eleÅŸtirisi olarak saltanatı mahkûm eden böylesine bir yorumun, hâkim veya galip zihnin belirleyici olduÄŸu dönemlerde yapılabilme imkânı yoktur.[15]
Kaynaklar
Kur’an-ı Kerîm Meali.
Ahmet Davutoğlu, Küresel Bunalım, (11 Eylül Konuşmaları), Küre Yay., İst., 2002.
Kurtubî, El-Câmi’u Liahkâmi’l-Kur’an, C. I-XIX, Buruc Yay., Ä°st., 2003.
Mevdudî Tefhîmu’l-Kur’an, C. I-VII, Ä°nsan Yay., Ä°st., 1990.
Râzi er-Fahruddîn, Tefsîr-i Kebîr (Mefâtîhu’l-Gayb), C. I-XIII, Huzur Yay., Ä°st., 2008.
Şimşekçakan Musa, Sözün Gücü (Vahyin Rehberliği), Nüzul Sırasına Göre İlk Yirmi İki Surenin Bağlamı ve Anlamı, Düşün Yay., İst., 2011.
Yazır Elmalılı Hamdi, Hak Dîni Kur’an Dili, C. I-IX, Çelik-Åžura Yay., Ä°st., 1993.
Not: Bu yazı, Ek kısmı hariç Bilge Adamlar Dergisi’nin “Ä°nsanlığın Hayat Kitabı Kur’an” baÅŸlıklı 34. sayısında Kur’an Okumalarında Galip Zihnin Oynadığı Rol” adı altında yayınlanmıştır.
[1] Ahmet Davutoğlu, Küresel Bunalım, s. 37.
[2] Buna göre iman, takva, sabır, tevekkül, sâlih amel, yetim yoksul gibi olumlu ya da küfür, şirk, tuğyan, müstekbir, müstağni, mele, mütref gibi olumsuz kavramların etkilerinden bağımsız bir okuma asla gerçekleşemez. Gönderilen elçilerden ve helak edilen kavimlerden bahsedilirken de aynı mücadelenin tartışmasız devam ettiğine şahit olunur.
[3] Kevser suresi, (Diyanet Meali).
[4] Kevser suresiyle ilgili olarak pek çok ayrıntı burada biliniyor olmalı zannıyla okuyucuyu sıkmamak adına kasıtlı olarak ihmal edilmiştir. Mesele sadece arka plan ve okuma farkı açısından ele alınmıştır. Bu konuda daha fazla bilgi isteyenlerin tefsir kitaplarına müracaat etmesi gerekebilir.
[5] Kevser Suresi, Musa Şimşekçakan, Sözün Gücü (Vahyin Rehberliği), Nüzul Sırasına Göre İlk Yirmi İki Surenin Bağlamı ve Anlamı.
[6] Garip olan Kevser suresinin yaşanmış, yan, bizzat gerçekleşmiş olmasına rağmen onunla ilgili tefsirlerin başka mecralara yönelmesidir. Kevser suresi, risâletin ilk dönemlerinde indiğinde, müminler mücadele içinde sıkıntı çekmektedirler. Fakat Medine döneminin sonlarında, yani kısa sayılabilecek bir süre sonra Rablerinin sözüne inanıp hayrın onların eline geçtiğine şahit olmuşlardır. Allah, elçisine verdiklerini devam ettirmiş sözünü tutmuş ve onları uçurumun kenarından almıştır. Bu gerçekleşmiş/yaşanmış tarih itibariyle surenin ne ifade ettiği ile ilgili bir tartışmanın olmaması gerekir.
[7] Burada Kasas suresinin 5. ayeti hatırlanmalıdır. “Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım.”
[8] Kâfirun suresinden hareketle illa da muhatapları içerde aramak ve ardından yöneticileri küfürle suçlamak şüphesiz bir aşırılıktır. Fakat kâfir ve müşrikleri muhatap alan ayetler, benzer hatalara düşmemek adına Müslümanlara ait dersler de içerir. Bu sureden hareketle baskı altında dahi Allah’tan baÅŸka hiçbir güce kulluk edilmemesi ve gösteriÅŸ yapan müşriklere benzememek adına adalet ve infak duygusundan asla kopmamak gerektiÄŸi açıktır.
[9] Sad suresi, 35. ayet. Ayetin devamı bu duanın kabul olduğunu göstermektedir.
[10] Bu hususta “Her kim Ahiret ekimi isterse ona ekinini artırırız, her kim de dünya ekimi isterse ona da ondan veririz amma ahirette ona hiç nasip yoktur.” (Åžura suresi, 20. ayet. ) ayeti gereÄŸince kendisine daha fazlası verildiÄŸi belirtilmiÅŸtir. (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 6, s. 239.)
[11] Râzî’nin burada dile getirdiÄŸi ve Süleyman (as)’ın hastalanıp, daha sonra da iyileÅŸince, dünyanın iyiliklerinin, veraset ya da baÅŸka bir sebeple baÅŸkalarına intikal ettiÄŸini anlamasıyla ilgili yaklaşımından onun babadan oÄŸula intikal eden saltanat sorgulaması yaptığını söyleyebilmek mümkün gözükmemektedir.
[12] Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 19, s. 83, 84.
[13] Kurtubî, El-Câmi’u Li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 15, s. 92, 93; Bu yaklaşım ÅŸeytanları, cinlerden onların da en azından o dönem için görülür kılınmasından bahseder ki bu açılardan konunun tartışmalı olduÄŸu unutulmamalıdır.
[14] Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’an, c. 5, s. 72.
[15] Süleyman (as)’ın yaÅŸadığı dönemde yönetim ÅŸekli açısından babadan oÄŸula geçen bir saltanat eleÅŸtirisi yapmak veya böyle bir konunun o dönemde sorgulanabileceÄŸini düşünmek zordur. Yani modern dönemlerin sorunlarını geçmiÅŸ dönem içinde aramak ve bulmak için zorlama yorumlara sarılmak elbette doÄŸru deÄŸildir. Fakat evrenseli yakalamak için ortak paydaların tespit edilmesi de bir zarurettir. Süleyman (as)’ın duası, “benden sonra” kaydıyla büyük bir gücün kendisinden sonrasına intikalinin doÄŸuracağı sorunlarla ilgilidir. O’nun yaÅŸadığı çaÄŸda kral olduÄŸunu da herkes bilir. Buna göre kendisinden sonrası için onun kanından ya da tayin edeceÄŸi birinin yerine geçeceÄŸini düşünmekten daha doÄŸal bir ÅŸey olamaz. Buna göre elbette kendisinden sonra bu gücü kullanacak ehil kimselerin bulunmaması, onun topyekûn bir sistem sorgulaması yaptığı anlamına da gelmeyebilir. Fakat her hâlükârda mesele bir gücün kötü elllerde kullanılmasının doÄŸruracağı sonuçlarla ilgilidir. O hâlde bu yaklaşımda modern ve geleneksel yorumlar arasında tercih yapma veya birini diÄŸeri yerine kullanma söz konusu deÄŸildir. Nihayet bu yorum da bu hususta söylenebilecek son sözü söylemiÅŸ sayılamaz.
Henüz yorum yapılmamış.